Serdar Yıldırım Hikayeleri

Gecenin ilerleyen vakitlerinde Yekta bir iç sıkıntısı yaşıyordu. Huzursuzdu. Huzursuz olması, onun uyumasını engelliyordu. Derinden gelen ayak sesleri duydu. Bu saatlerde bakıcılar ahıra girmezdi. Yoksa gelenler yabancı mıydı? Amaçları ne olabilirdi? Yekta yine de aklına kötü şeyler getirmedi. Bekledi. Biraz sonra ellerinde sopalarla, iğnelerle üç kişi karşısına dikilince ürperdi. Korktu. Zalim adamlar, aniden harekete geçerek bütün suçu iyi bir yarış atı olmak olan Yekta’ya sopalarla acımadan vurmaya başladılar. Canı yanan Yekta birkaç adım gerileyince arkası duvara dayandı. Adamlar, Yekta’nın üstüne çullanınca sert tepkiyle karşılaştılar. Yekta şaha kalkarak güçlü ön ayaklarını adamlardan birinin kafasına indirdi. Adam, boş çuval gibi yere düştü. Yekta geri dönerek arka ayaklarını savurdu. Darbe hedefini bulmadı ama iki adam niyet bozarak yerde yatan arkadaşlarını sırtlayıp olay yerinden uzaklaştılar.

Yekta daha sonra yerdeki sopaları ve iğneleri bir torbaya koyup çöpe attı. Olanların kimse tarafından bilinmesini istemiyordu. Kötülükler yayılmamalıydı. Dünyada kötülükler iyiliklerden daha çoktu. Kötülük yapmak kolaydı, zor olan iyilikti. Yekta şimdi zoru başarmıştı. Adamlar kaçmıştı. Belki bir daha kimseye kötülük yapmazlardı. Tekme yiyen adam yaşıyor muydu? Bunu bilemezdi. Adam yaşasa bile insanlar Yekta’yı kısa bir süre de olsa gözetim altına alırlardı. Bir, iki gün antrenman yapmamak, Yekta’nın Avrupa şampiyonu olamaması demekti. Bu durum Yekta’yı psikolojik olarak çökertirdi. Geride ondan birincilik bekleyen koskoca bir ülke vardı. Milyonlarca insanın hayali gerçek olmazdı. Yarış atı çiftliğinde arkadaşları vardı. Kendisine fikir bakımından büyük destek olan can arkadaşları. Ülke şampiyonluğu ödülü gibi, Avrupa şampiyonluğu ödülünü de arkadaşlarına verecekti. Güzelim altın kupalar iki tane olacaktı.

Avrupa şampiyonasında Yekta taktik gereği ilk 300 metreyi orta sıralarda geçti. Yavaş yavaş temposunu artıran Yekta 1000 metre geçilirken az bir farkla öndeydi. Son 500 metreye dört at yan yana girdi. Yarışın bitmesine 50 metre kala bir aralık dördüncü duruma düşmesine karşın, hınçla ileri atılarak ciğerlerini parçalarcasına gayret gösterdi ve yarışı kazandı. Yekta, Avrupa Şampiyonu olmuştu.

Ekli dosyayı görüntüle 18Yekta, ülkesinde coşkulu bir şekilde karşılandı. Gazete, radyo ve televizyon haberlerinde hep Yekta vardı. Avrupa’daki yayın kuruluşları da Yekta’dan bahsediyordu. Aylar sonra Yekta’yı Amerika’da görüyoruz. O. New York’ta yapılacak Dünya Şampiyonası için buraya getirilmişti. Otoriteler tarafından birinci olmasına kesin gözüyle bakılan Yekta, ne yazık ki, Avustralya şampiyonuna geçildi ve ikinci oldu. Ödül töreninde dünya ikincisi Yekta gümüş madalya boynuna takılırken neşeliydi. Kolay değildi, bir yıldır pek çok yarış kazanmış, hep birinci olmuş, hiç geçilmemişti. Dünyanın en hızlı koşan ikinci yarış atı olmak nice yarış atının hayallerinin bile ötesindeydi. Gerçi dünya ikinciliği imkânsız değildi ama çok zordu. Yekta bu çok zoru başarmıştı.

Birkaç gün sonra Yekta’yı sıkıntı basmaya başladı. Geçen günler ona başarısını benimsetiyor, birinci olamamanın verdiği üzüntüyü artırıyordu. Giderek artan üzüntüye dayanamayan Yekta, New York’taki yarış atı çiftliğinden kaçarak Appalaş Dağları’na gitti. Yekta, Appalaş Dağları’nda gezerken ilerdeki çimenlikte otlayan vahşi atlar gördü. Bunlar Mustang atlarıydı.
Yekta, onların yanına giderek: “ Merhaba, beni de aranıza alır mısınız? “ diye sordu.
Mustangların başkanı olan Gera: “ Olur tabi, gel katıl bize arkadaş “ dedi. Yekta, Mustangların arasına katılıp, onlarla birlikte otlamaya başladı. İyiydi, güzeldi buralar, Mustanglarla kaynaşıverdi.

Aradan bir saatten fazla zaman geçmişti. Başkan Gera, on kilometre ilerdeki çamlığa gidileceğini söyleyip, haydi, dedi ve koşmaya başladı. Yekta’nın katılmasıyla sayısı yirmiye ulaşan at sürüsü hızla yol alıyordu. Mustang atlarında en güçlü olan ve en hızlı koşan sürüye başkan olurdu. Orta sıralarda koşsun, sürüye başkan olsun? Böyle şey olmazdı. Sürü başı geçildi mi, başkanlığı kaybederdi. Şimdi Gera farklı şekilde önde koşuyordu. Diğer atlar Gera’ya yetişmek için çaba sarf ediyorlardı.

Yekta ise, hep son sıralarda koştu. Çamlığa varıldığında sadece iki atı geçmişti, yani Yekta 18. olmuştu. Yekta bunu kabullenmek istemedi. O, bir yarış atıydı ve kum veya çim pistte koşmaya alışkındı. Başkan Gera, on kilometre ilerdeki çamlığa gidiyoruz deyip fırlamış, diğer atlar da, onun peşine takılmıştı. En son koşmaya başlayan ise, ne oluyor, ne çamlığı diye düşünmesine bile fırsat kalmayan Yekta’ydı. Gerçi çim üstünde de uzun süre koşmuşlardı ama sonra taşlık bir araziden geçmişler, daha sonra çalılık ve ağaçlık bir yerde koşmak zorunda kalmışlardı. Mustanglar, daha önce defalarca gidip geldikleri bu yolu ezberlemişlerdi. Taşlıkta koşarken nereye basılması gerektiğini, çalılıktan, ağaçlıktan geçerken hangi yolun kestirme olduğunu biliyorlardı. Yekta bu sebeplerden dolayı her kilometrede bir adım gerilese on kilometrede on adım gerileyeceğini düşündü. Zaten Gera ile arasındaki fark işte o kadardı. Yekta, bir daha yarış pistlerine dönmedi. Hep dağlarda Mustanglar arasında kaldı. Geçen zaman genç Yekta’nın gücüne güç kattı ve Gera bir gün Yekta tarafından geçildi. Mustanglara başkan olan Yekta uzun yıllar başkan kaldı.

Yekta’nın başkanlığında Mustanglar aralarında iyi bir dostluk ortamı sağlamışlardı. Yekta, Mustang atları ve eski başkan Gera tarafından sorgulanıyor ve kendisine buraya gelmezden önceki hayatı hakkında çeşitli sorular soruluyordu. Bugün bir cümle, yarın üç cümle derken, birkaç ay sonra Mustanglar arasında Yekta’nın hayat hikâyesini öğrenmeyen kalmamıştı. Bu arada grupta bulunan genç bir dişi at, Yekta’ya özel ilgi duyuyor ve her anını Yekta ile paylaşmak istiyordu. Yekta da bu ata karşı ilgisiz kalmamıştı. Baharın gelmesiyle birlikte yeni doğan altı tay gruba katılmıştı. Bunlardan biri, Yekta’nın oğluydu.

Günler günleri, haftalar haftaları kovaladıkça, Yekta’nın dikkatini bir şey çekmeye başlamıştı. Tayların aralarında yaptıkları koşularda oğlunun önde olmasını ve aradan zaman geçtikçe diğer taylarla arasındaki farkı arttırmasını gözlemliyordu. Oğlu bu işi severse, emin ellerde uzun süreli bir yetiştirilme evresinden sonra katılacağı yarışmalarda birincilikler alırsa, Türkiye ve Avrupa şampiyonluğu yarışlarını kazanırsa, dünya şampiyonluğu yarışına katılır ve benim başaramadığımı başarır dünya şampiyonu olursa, sıkıntılar bir andan biterdi. Yakışırdı, Rüzgâr’a dünya şampiyonluğu yakışırdı.

Bir yaz sabahı Yekta, Rüzgâr ve Mustang atları ile birlikte yola çıktı. Hedefleri, Yekta’nın sahibinin Amerika’daki arkadaşının yarış atı çiftliğiydi. Oradaki insanlar, Rüzgâr’ın fuleli koşularını görünce mutlaka ilgilenirler ve sistemli bir çalışmadan sonra yarışlara katılmasını sağlarlardı. Başarı geldikçe ilgi artar ve zirve düşünülürdü.

Çiftliği vardıklarında Yekta, sahibi tarafından gözyaşları içinde karşılandı. Yekta’nın sahibi, Yekta’yı, dağlardan gelen at grubunda çok uzaklardan fark etmiş ve onlar daha çiftliğe varmadan koşarak yanlarına gitmiş ve Yekta’nın boynuna sarılmıştı.
“ Güzelim benim, canım Yekta, nerelerdeydin? Dünya şampiyonluğu için şartlanmıştın, olsun, ikinci oldun. Bu yıl yapılacak yarışmaya girer ve şampiyon olurdun. Hemen pes etmek var mı be, aslanım? Bulut olmadan yağmur, soğuk olmadan kar yağar mı? Tabi ki, dünya şampiyonluğu yolunda önüne türlü engeller çıkacak, belki başarı biraz gecikecek ama sabredeceksin ve kazanacaksın. İyi her zaman vardır. O zaman sen iyinin iyisi olmak için, çalışacaksın. Çalışmadan başarı kazanılmaz. “

Sonraki günlerde Mustang atları bahçedeki büyük ekranda, videodan Yekta’nın yarışlarını baştan sona izlediler. Hele o dünya şampiyonluğu yarışı: Yarış süresince Mustang atları ve Gera, tüm güçleriyle, haydi Yekta, haydi Yekta diye bağırmışlar ve yarış bitince Gera, bravo sana diyerek Yekta’yı alnından öpmüştü. “ Sen bizim gönüllerimizin şampiyonusun Yekta. Sana bu yarış sonrasında bir kez daha hayran oldum. “ demişti.
Bu arada yarış atı çiftliğinde bulunan yüze yakın at, Yekta ile tanışmak ve onun anılarını dinlemek için, fırsat kolluyordu. Ertesi gün Avrupa’nın en iyi altı yarış atı, dünya şampiyonluğu yarışına hazırlanmak için, çiftliğe geldi. Yekta bunların arasında bulunan Kara Bomba’yı hemen tanıdı. Demek ki, Kara Bomba, Türkiye Şampiyonu olmuş ve Avrupa’da dereceye girmişti. Şimdi Yekta’nın kafasını şu soru kurcalıyordu: Kara Bomba, Avrupa kaçıncısı olmuştu?
Kara Bomba kendilerini karşılayan çiftlikteki atların ön sırasındaki Yekta’yı görüp yanına geldi: “ Yekta, nasılsın? Beni tanıdın mı? “
Bunun üzerine gülümseyen Yekta şöyle konuştu: “ Tanımam mı? Kara Bomba’yı nasıl tanımam? Senin bilmem kaçıncı yarışındı ya, benim ilk yarışımda kıyasıya mücadele etmiştik. Daha sonraki zamanlarda pek çok defa yarışmıştık. Ben bölge şampiyonu olduktan sonra, bir daha yarışamadık. “
“ Doğru. Sonradan sen Türkiye ve Avrupa Şampiyonu olunca şöhretin iyice arttı. Bütün tanıdığım yarış atları sana benzemek ve senin gibi üstün başarılar elde etmek için, çalışmalarını iki, üç katına çıkardılar. Anlayamadığım bir şey var: Neden dünya ikincisi olunca ortadan kayboldun? Sonrası hakkında türlü hikâyeler duydum. “
“ Bak Kara Bomba, ben birincilik için yaratılmışım. Girdiğim her yarışı birinci bitirmeliyim. Dünya ikinciliği beni sarmadı. İlk günler sevinmiştim ama sonradan birinci olamamanın verdiği üzüntü giderek ağırlaştı. Beni tanıyan her şeyden uzaklaşmak istedim. Bu çiftlikten ayrılıp dağlara gittim. O dağlarda, Mustanglarla tanıştım. Mustanglarla tanışmamın bana faydası büyük oldu. Onların başkanı Gera’yla dost olduk. Bu arada bir oğlum oldu. Adı: Rüzgâr. Gel seni onlarla tanıştırayım. “
Yekta, daha sonra Kara Bomba’yı, ailesiyle ve Mustanglarla tanıştırdı. Bir arada olmanın verdiği hazla, güzel sohbetler yaptılar, şeker yediler, tatlı konuştular.
 
Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yarış atı çiftliğinin sınırları dışına çıkan Yekta ile Kara Bomba, en derin yeri bir karış olan derede ilerlemeye başladı. Bu ilerleme enine değil boyunaydı. Derenin akış istikametinin ters yönüne doğru gidiyorlardı.
Yekta: “ Sorması bilmem yanlış olur mu? Kara Bomba, sen Avrupa kaçıncısı oldun da buraya geldin? “
Kara Bomba: “ Bak onu söylemeyi unuttum. Avrupa üçüncüsü oldum ama sen buna aldanma. Buraya kesin dünya şampiyonu olmak için geldim. “
Yekta: “ Dünya şampiyonu olmak istemene sevindim. Hedefinden asla şaşma. Umarım yarışmada elinden gelenin fazlasını yaparsın ve dünya şampiyonu olursun. Türkiye, uzun yıllardır bu yarışmaya katılıyor fakat bir dünya şampiyonu çıkaramadı. Yazık bize. “
Kara Bomba: “ Hiç de yazık değil. Acınacak halde değil, özenilecek haldeyiz. Herkes sana özeniyor, imreniyor. Türkiye’deki yüzlerce yarış atının hayallerini süslüyorsun. Nerede üç, beş yarış atı görsem, hepsi senden bahsediyor. Bir yıl içinde girdiğin her yarışı kazanıp dünya ikinciliğine kadar yükselmen akıl almaz bir gücün, kuvvetin, kudretin sembolü. Yekta, vazgeçmez, hedefine ulaşır, zirveye çıkar, döner döner yine yener, diyorlar. “

Kara Bomba’nın son sözleri üzerine Yekta aniden durdu. Kara Bomba da Yekta’dan iki adım ileride durdu. Kara Bomba geriye döndü. Yekta sordu: “ Dur bakalım, Kara Bomba! Sen ne demek istiyorsun? Ne söylemek istiyorsun? Çıkar ağzındaki samanı. “
“ Ben ağzımdaki samanı çıkarırım. Eteğimdeki sırları da dökerim. Yarış atları arasında aldatmaca olmaz, yalan söylenmez. Şu son bir yıldır sırf Türkiye ve Avrupa şampiyonu olup, Amerika’daki bu yarış atı çiftliğine gelebilmek için, geceleri bile antrenman yaptım. Türkiye şampiyonu oldum, Avrupa şampiyonu olamadım ama olsun, buraya gelmeyi başardım. Amacım, kaybolduğun bu yerlerde seni arayıp bulmak ve dünya şampiyonluğu yarışına katılman için, seni ikna etmekti. Geçen yıl ikinci olduğundan dolayı, bu yıl yapılacak yarışmaya kontenjandan katılabilirsin. Bildiğin gibi ilk üçe girenler, sonraki yarışmaya direk katılabiliyor. Avrupa’dan bu yarışmaya katılmak için gelen diğer beş arkadaş da, benimle aynı görüşte. Yekta mutlaka bu yarışmaya katılmalı diyorlar çünkü Avrupa on yıldır dünya şampiyonu çıkaramadı. Hepimizin hızı, derecesi, gücü belli. Bu yılki yarışmaya diğer kıtalardan katılanlar arasında geçen yılın şampiyonu Avustralyalıyı geçecek at yok. Avustralyalı, bu gezegende kimse beni geçemez, diyormuş.
Şu son bir yıldır beş kıtada girdiği elli iki yarışmada geçilmedi. Söylediği yalan değil. Boş keseden atmamış, dolu keseden atmış. Şimdi o dolu keseden atıp tutarken, ben orada olsam ve ona desem ki: Birincisin ama seni geçecek bir at mutlaka bulunur. Avustralyalı derse bana: “ O at sensen çık karşıma. Benimle teke tek bir yarışa var mısın? 2400 metrelik yarışta 50 metre avans veririm. Eğer beni geçersen, söz sana, bir daha yarışlara katılmam. “
İşte böyle Yekta. Avustralyalıyla yarışırım yarışmasına ama rezil olmak var işin ucunda. Bir de beni geçer, sonra dünya bana güler. Avustralyalı bana değil de sana, çık karşıma avanssız yarışalım, dese onunla böyle bir uğraşa girer miydin? Sence Avustralyalıyı yarışta geçer misin? Bence geçersin. Bilmem kaç kilometre koşarak buraya geldik, sende yorgunluk belirtisi görmedim. Dağ havası sana yaramış. Enerji dolusun. Bir yıl önceki Yekta ile şimdiki Yekta arasında ortaçağ ile yeniçağ arasındaki fark kadar fark var. Boyun uzamış, irileşmişsin, adalelerin fazlasıyla gelişmiş. Yarışman mümkün olsa, geçen yılki Yekta’yı farklı geçersin. Avustralyalı girdiği her yarışı kazanıyor ama geçen yıl yaptığı dereceyi fazla ilerletemedi. Şu takdirde sen Avustralyalıyı geçersin. “

Kara Bomba’nın uzunca konuşmasının ardından söz sırası Yekta’ya geldi: “ Bana vermek istediğin mesajı aldım. Avrupa’dan gelen arkadaşlarla da konuşalım. Sen Avrupa üçüncüsü olmuştun. Birinci, ikinci kimler olmuştu? “
“ Birinci İngiliz, ikinci Fransız, üçüncü ben yani Türkiye, dördüncü Rus, beşinci İspanyol ve altıncı Polonyalı. “
“ Artık dönelim. Sen arkadaşlarla konuş. Konu hakkında ne söylemek istiyorlarsa söylesinler. Eleştirilecek durum varsa eleştirsinler. Ben dünyada eleştirilemeyecek hiçbir fikir ve düşünce sistemi olacağını sanmıyorum. Çelişkilerle dolu fikirleri yüzde yüz doğrudur diye sunamazsın. Bir hayali gerçektir diye lanse edemezsin. Bu budur daha iyisi yoktur, çatlarsın, diye tehdit edemezsin. Aklımın, mantığımın almadığı, doğruluğu ispatlanmamış bir olayı kabul etmem mümkün değil. Kara Bomba, birinci İngiliz demiştin değil mi? Nasıl biri bu İngiliz? Bana kısaca tanıt. “
“ Başkalarının fikirlerine önem veren, onları dinleyen fakat kendi fikirlerini her zaman geçerli kılan bir tip. Siz düdüklerinizi öttürün oysa benim borazanım farklı öter ve daha kalıcıdır, demesiyle meşhurdur. Yarışmalarda bambaşka bir kimliğe bürünür. Koşarken, temposunu rakibine göre değil, kendine göre ayarlar. Geride kaldım, öne geçmeliyim, diye bir çaba içine girmez. Bütün amacı, ipi en önde göğüslemektir. Birinci olmaktan büyük keyif alır. "
Daha sonra Yekta ile Kara Bomba çiftliğe geri döndüler. Ertesi gün taylar arasındaki koşularda Rüzgar fazlasıyla dikkat çekti. Genç yaşına karşın, yarış atları arasında gücünü gösteriyor ve birinci oluyordu. Yekta'nın sahibi ve Amerikalı arkadaşı işte bu dediler ve Rüzgar'ı çalıştırmaya başladılar. O yıl Avustralyalı dünya şampiyonu oldu. Yekta'nın katılmadığı bu yarışta İngiliz ikinci oldu. Avrupa'dan katılanlar arasında diğer en iyi dereceyi Kara Bomba yaptı ve altıncı oldu.

Ertesi yıl önce Türkiye sonra Avrupa şampiyonu olan Rüzgar dünya şampiyonluğu yarışında Avustralyalıyı geçti ve birinci oldu. Sonraki yıllarda Rüzgar arka arkaya dünya şampiyonu olarak Türk'ün gücünü dünyaya duyurdu. Bu zaman süresince Yekta Amerika'da kaldı. Dağlarda Mustanglar arasındaydı. Ara sıra düze inip yarış atı çiftliğine geldi ve bahçedeki dev ekrandan Rüzgar'ın yarışlarını izledi. Oğlu birinci oldukça kendi kazanmışcasından bin kat fazla sevindi.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Asistan - 5 Renk Yayınevi - 2011
Türkçe 6. Sınıf Soru Bankası - Ankara Yayıncılık - 2018 - Sayfa 194
Deneme Sınavı 8. sınıf - Ankara Yayıncılık
Eğlendiren Masallar - Karaca Yayınları - 2022 - 32 sayfa
 
1755080676350.webp


OT YİYEN KAPLAN
Genç kaplan kafesinde, demir parmaklıklar ardında, sinirli ve hızlı adımlarla gidip geliyordu. Nedense bugün yüreğini sanki dikenli tel halatıyla sıkıyorlardı. Bu kafese kapatıldığından beri güneş birçok kereler doğup batmıştı. Bir aylık ya vardı ya yoktu. Ormanda gezintiye çıktığı gün avcılar yakalayıp bu hayvanat bahçesine satmışlardı. Daha o zamanlar boyu irice bir kedi boyu kadardı. Zamanla gelişip güçlendi. Kafesi dar değildi, ama o burada yaşamak istemiyordu. Özgür olmak, adını bile unutmaya başladığı, hayali gözlerinin önünden gitmeyen ormana kavuşmak, hayatına kendisi yön vermek istiyordu. İnsanlar akın akın geliyorlar, kafesin önünde durup dakikalarca, hayranlık dolu bakışlarla kendisini seyrediyorlardı.

O akşamüstü ziyaretçilerin azaldığı zamanda bakıcı kafesi temizleyip, yıkadı. Akşam yemeği olarak yarım koyunu kafesin içine bıraktı. Kapıyı kilitledi, gitti. Bakıcısı kapıyı kilitleyip giderken, genç kaplanın beyninde bir şimşek çaktı. Kilidin yuvasına oturuşu ve anahtarın çevrilirken çıkardığı ses alışılmışın dışındaydı. Oldukça hassas kulakları onu yanıltmıyorsa, kapı tam olarak kilitlenmemişti. Kafese bırakılan eti yedikten sonra, her zamanki voltalarına başladı. Ziyaretçiler tekrar çoğalmaya başladılar. İnsanlar, akşam yemeklerini yemişler, eğlenmek, dinlenmek için parklara, bahçelere gidiyorlardı. Genç kaplanın yüreğini saran sıkıntı gitmiş, gitmiş, kilidin anahtar deliğinde sıkışmış kalmıştı. Gece yarısı, biraz da şansı yardım ederse, kafesten kaçıp ormanına, özgürlüğüne koşmayı deneyecekti.

Hava iyice kararmış, vakit gece yarısını geçeli çok olmuştu. Görünürde kimseler yoktu. Genç kaplan güçlü pençeleriyle kapıya hızla asıldı. Tam olarak kilitlenmemiş kapı açılıverdi. Kafesten süratle dışarı fırladı. Sağ yola saptı. Bu yol ilerideki ağaçlıkta son buluyordu. Kafeste gidip gelmek, dışarıda koşmaya benzemiyordu. Oldukça yorulmuştu. Durup dinlendikten sonra hayvanat bahçesi duvarından atladı. Ormana doğru koşarak karanlıklarda kayboldu.

Genç kaplan dağlar, tepeler aştı, soğuk sulardan içti. Üç gün üç gece sonra, sabah güneş doğarken, daha çok küçükken yakalanıp götürüldüğü büyük ormana vardı. Özgürdü artık, içi içine sığmıyordu. Neşeli neşeli yürürken karnının acıktığını hissetti. Kaçtığından beri heyecandan üç gündür bir şey yememişti. Sadece su içmişti. Kafeste sabah akşam bakıcısı et getirirdi. Avcılar yakalamadan önce annesi beslerdi. Fakat bu uçsuz bucaksız ormanda yaşam çok farklıydı. Şimdi ne annesi vardı, ne bakıcısı vardı. Kafesten kaçmadan önce düşünemediği bir şeydi bu: Ne ile karnını doyuracaktı?

Böyle düşünüp yürürken, ilerideki otlukta bir geyik gördü. Geyik, arada sırada etrafına bakınıp tekrar ot yemeğe başlıyordu. Geyik, aniden koşmaya başladı. Aynı anda yan taraftaki çalılıktan iki kaplan fırladı. Biraz sonra geyiğin önüne iki kaplan daha çıkınca geyik dört yandan sarılmıştı. Belli kaplanlar geyiği yakalamak için tuzak kurmuşlardı. En iyi savunma hücumdu. Cesur geyik, son bir gayretle ileri atıldı. Kendisine en yakın kaplana sivri boynuzlarıyla müthiş bir kesme vurdu. Kaplan kanlar içinde sırtüstü yuvarlandı. hafif yana döndü. Önündeki ikinci kaplana da aynı şekilde vurmak istedi. Fakat tutturamadı. Peşinden gelen diğer kaplanlar da yetişmişti. Geyik, ne kadar kuvvetli olursa olsun, üç tane kaplanla baş etmesi olanaksızdı. Kaplanlar, güçlü pençeleriyle vurarak geyiği yere yuvarladılar ve öldürüp yediler. Daha sonra çekilip gittiler.

Genç kaplan, olduğu yerde donmuş kalmıştı. İnanılmaz gözlerle bakıyordu. Gördüğü bir vahşetti. Fakat orman kanunları böyleydi. Zayıf daha kuvvetliye yem oluyordu.“ Demek ki ” dedi, “ kaplanlar böyle karınlarını doyuruyorlarmış. Ben de kaplan olduğuma göre benim de canlıları avlayıp yemem lazım. Ben karnımı doyurmak için diğer hayvanları öldüremem. Kimse beni öldürmeye alıştırmadı. Öldürmeyi bilmiyorum ve öldürmenin gerekliliğine inanmıyorum. Geyik ot yiyerek besleniyordu. Gücü kuvveti yerindeydi. Ot yiyen hayvanlar güçlü oluyormuş. Başka çarem yok, ya aç kalacağım ya da ot yiyeceğim. Varsın “ kaplan ot yer mi “ varsın “ ot yiyen kaplan olur mu “ desinler.

Aradan bir ay geçti. Ot yiyen kaplan ormanda aradığı huzuru bir türlü bulamadı. Kaplanlar onu aralarına kabul etmişlerdi, ama ormandaki yaşam ot yiyen kaplana ters geliyordu. Neden geyik, karaca, tavşan gördüklerinde aniden saldırganlaşıyorlardı. Onlar öldürmek için programlanmışlardı, yaşamak için öldürmek zorundaydılar. Bu tarafta bir kaplan ot yiyerek yaşıyordu, bunu da düşünmek lazımdı. Ot yiyen kaplan bir gün ormanda gezerken karşısına bir tavşan çıktı. Tavşanın kendisini görüp de kaçmamasına şaşırdı. Hayret, tavşan üstüne doğru geliyordu. Kenara çekilmek istedi, çekilemedi. Ayakları tutulmuştu. Tavşan, ot yiyen kaplana çarpıp sırtüstü düştü. Daha sonra yattığı yerden doğrulup onun yüzünü elledi, yanaklarını okşadı. “ Sen ot yiyen kaplan mısın? “ diye sordu. Ot yiyen kaplan gık diyemedi. Dili damağına yapışmıştı.
Tavşan: “ Tabii canım, sen ot yiyen kaplansın. Ağzın öteki kaplanlar gibi kan kokmuyor. Bak ot yiyen, şöhretin kulağıma kadar geldi. Sen ormana alışamazsın, hayvanat bahçesine dönmelisin. Duyduğuma göre, kaplanlar senin gözlerinin önünde bazı hayvanları öldürüp, seni de öldürmeye alıştırmak isterlermiş. Eğer öldürmeye alışamazsan kaplanlar seni öldürürler. Sen beni dinle ve çek git buralardan “ dedikten sonra yürüyüp gitmek isterken az ilerdeki bir çukura düştü. Ot yiyen kaplan tavşanı çukurdan çıkardı ve onun yüzüne dikkatle bakınca göz çukurlarının boş olduğunu gördü. Gözleri yoktu bu tavşanın. Kör bir tavşan diye geçirdi içinden. Onu sırtına bindirdi ve yuvasına götürüp bıraktı.

Ertesi gün kör tavşanı yuvasında ölü olarak bulan ot yiyen kaplan gözyaşlarını tutamadı. Şimdiye kadar kör tavşana dokunmayan kaplanlar onu ot yiyen kaplanın sırtında giderken görünce kıskanmışlar ve öldürmüşlerdi. Ot yiyen kaplanın yüreği nefretle doldu. Bu kadarı da fazlaydı artık. Ne istemişlerdi garip bir tavşandan. Son sürat koşarak kaplanların arasına dalan ot yiyen kaplan otuzdan fazla kaplana rest çekti. “ Kör tavşanı öldürmek kolay, sıkıysa gelin beni de öldürün. “ Kaplanların beklediği buydu zaten. Ot yiyen kaplanı çileden çıkarıp üstlerine saldırtacaklar sonra parça parça edeceklerdi. Evdeki hesap her zaman çarşıya uymazdı. Aniden ortalık karardı ve şiddetli bir yağmur başladı. Şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyordu. Kaplanlar sağa - sola kaçıştılar ama ot yiyen kaplan kaçmadı. Sırılsıklam oluncaya kadar bekledi. Yarım saat sonra yağmur dindi. Güneş açtı, ortalık aydınlandı. Ot yiyen kaplan gece yarısına kadar oralarda gezindi. Gelen giden olmadığını görünce beklemekten bıkıp uzaklaştı gitti. Orman işi buraya kadardı. O, şimdi hayvanat bahçesine dönmeye kararlıydı.

Birkaç gün sonra sabaha karşı bakıcısı onu kafesin önünde beklerken buldu. Ot yiyen kaplan biraz sonra kafese girecek ve bakıcısı kapıyı üstüne kilitlerken, “ Kilit yeni değişti, bir daha kaçma numarasına kalkışamazsın, çünkü artık imkânsız “ demesine karşılık, içinden “ Yuvam burası, ben kafes kaplanıyım. Hem istesem de ormana gidemem. Bana göre değilmiş orası “ dedi.

İki ay sonra kafesine dişi bir kaplan getirilince yüreği kıvançla doldu genç kaplanın. Eş oldular birbirlerine ve kaynaşıverdiler. Gün döndü, günler döndü, zaman geçti ve iki tane yavruları oldu. Neşelendi, mutlandı, huzur doldu yüreği ve genç kaplan artık kafesinde, demir parmaklıklar ardında sakin ve yavaş adımlarla gidip geliyordu.

Ot yiyen kaplan günler birbiri ardına geçip gittikçe iki yavrusunun büyümesini gözlemlemeye başladı. Yavrularının gözleri açılsa, adım atsalar, onlar yürüseler, koşsalar, oyun oynasalar. Onların oyunlarına katılıp, birlikte gülüp, eğlenmeyi sabırsızlıkla bekliyordu. Kafesin bir köşesinde dişi kaplan yavrularıyla ilgilenirken, ot yiyen kaplan, karşı köşede onları izliyordu. Yavrular doğduktan sonra dişi kaplan, babaya, hiçbir şekilde onlara yaklaşma izni vermiyordu. Belki de, babalarının yavrularına bir zarar vereceği endişesini taşıyordu. Başkalarına zarar vermek düşüncesi anlamsız geliyor bana, diye düşünen ot yiyen kaplan neden yavrularına zarar versindi? Belki ki, bu durum dişi kaplanın yaptığı içgüdüsel bir hareketti. Doğuştan ona odaklanmış, kaçmasına, kurtulmasına olanak bulunmayan düşünsel bir türevdi. Bu düşünsel türevin eksen açmazından kurtulmak onun için çok zordu. Zorun üstüne gitmek, çok daha büyük zorluk girdaplarına kapılmana sebep olurdu. Zorun üstüne gitmek yerine, kolay olanı seçer ve içten gelen güdüye evet dersen, her şey çok daha basit olurdu. Ot yiyen kaplan aradan bir ay geçmesine karşın, yavrularını bir kez bile koklamadan karşıdan bakar dururdu.

Bir aylıklar, iki aylık oldular derken, dişi kaplanın izin vermesiyle birlikte, ot yiyen kaplan, iki yavrusuyla güreşmeye, şakacıktan kavga etmeye başlamıştı. Bu güreşmeler, şakacıktan kavgalar yavru kaplanların kaslarının gelişimi için gerekliydi. Hayat, tuzaklarla, engellerle doluydu. Her zaman güçlü olmalıydın, gözü açık durmalıydın. Bir an bile gözünü kırpmaya kalkmak hatalanmana sebebiyet verirdi. Hata yapan affedilmezdi. Hemen çökertme girişimi başlardı.
 
1755080879537.webp

Yavrular üç yaşına girmişti ki, boyları annesinin boyuna ulaşmıştı. Kocaman dört kaplana kafes dar geliyordu. Bu durum hayvanat bahçesi müdürünün gözünden kaçmamıştı. Onlara geniş, etrafı tel örgülerle çevrili, üstü açık, içinde ağaçlar olan bir bölüm hazırlatmış ve kaplanları buraya nakletmişti. Tel örgülere elektrik verilmesine karşın, kaplanlarla arasında kırılmaz, kalın camdan yapılmış kapılar vardı. Tel örgülerden sonra demir kafes, ondan sonra da yine kırılmaz kalın camdan yapılmış kapılar bulunuyordu. İnsanlar, kaplanları işte buradan seyrederlerdi.

Ot yiyen kaplan eşine ve yavrularına çok küçükken avcılar tarafından yakalanıp bu hayvanat bahçesine getirildiğini daha sonra büyüdüğünde bir fırsatını bulup buradan kaçtığını, Büyük Orman’a gittiğini defalarca anlatmıştı. Ot yiyen kaplanın eşi ise, kurnaz avcıların şaşırtan tuzağından sonra annesi yanından uzaklaşınca avcılara yakalanmıştı. Avcılar, bunları bir arada görünce anneyi uzaklaştırmak için, teyp yardımıyla erkek kaplan kükremesi bağırtmışlardı. Anne kaplan kükremeyi duyunca, “ Büyük erkek geldi “ deyip o tarafa doğru koşarak uzaklaşmıştı. Yalnız kalan yavruyu yakalamak avcılar için zor olmamıştı. Yavru o zamanlar annesinin yarısı kadardı ve annesinin canlı yakalayıp getirdiği geyik, karaca yavrusu ve birkaç tavşanı boğazlayıp yemişti yani öldürmeyi öğrenmişti. Günlerden bir gün, ot yiyen kaplan kendilerine ayrılan bölümün arka tarafında ağaçlar arasında geziniyordu. Aniden tel örgülerin yanındaki bir delikten çıkan köstebeği gördü. Köstebek, sağa sola biraz koşturduktan sonra ot yiyen kaplanı görünce geldiği delikten girip gözden kayboldu. Ot yiyen kaplan tel örgülerin yanına geldiğinde köstebeği diğer tarafta gördü. O anda ot yiyen kaplanın aklına şöyle bir fikir geldi: Yerdeki bu delik benim geçebileceğim kadar geniş olsa karşıya çıkabilirim. Fikrinden eşini ve yavrularını haberdar ettikten sonra pençeleriyle toprağı kazmaya başladı. Ot yiyen kaplan gece yarısından sonra karşı tarafa çıktı. Hemen seslenip eşinin ve yavrularının yanına gelmesini sağladı. Birlikte koşarak özgürlüğe ilk adımlarını attılar. Hedefleri, Büyük Orman’dı.

Ot yiyen kaplan ve ailesi, dağlardan, tepelerden geçerek, günler sonra Büyük Orman’a vardı. Özgürlük güzeldi, bağımsızlık güzeldi. Kim kendinde nasıl bir hak buluyordu da, yavru kaplanı annesinden ayırıp, esaret altında, tek başına, demir parmaklıklar arkasına atıyordu. Pek çok karanlık gecede ot yiyen kaplanın ağladığını ve anne gel, beni bu hapishaneden kurtar. Bebek bir kaplanı, suçu yokken acılar içinde bırakan şu insanları cezalandır, diyerek gözyaşı döktüğünü insanlar bilemezdi. İnsanların hayvanat bahçesi dedikleri, esir edilmiş canlılarla dolu esaret bahçelerinin haklı nedeni olabilir mi?

Daha sonraki günlerde ot yiyen kaplan ve ailesinin Büyük Orman’daki yaşamı sürüp gitti. Dişi kaplan bir taraftan yavrularına öldürmeyi öğretirken diğer taraftan avlanarak ailesinin et ihtiyacını karşılıyordu. Ot yiyen kaplan ise, gelişmeleri soğukkanlılıkla izliyor, olanlara kendince yorumlar yapıyor ama onların işine karışmıyordu. Ot yiyen kaplan bir defasında yavrularına, öldürmeyi öğrenmeyin, ot yiyin demişti. Bunun üzerine yavruları ne dese beğenirsiniz: Biz ot yemeyiz, et isteriz.

Bir gün ot yiyen kaplan, eşi ve iki yavrusuyla ormanın derinliklerinde gezerken, ilerideki kayalıklardaki mağara dikkatini çekti. Yanılmıyorsa bu mağara onun dünyaya ilk gözlerini açtığı mağaraydı. Mağaraya girip etrafı gezdiğinde yanılmadığını anladı. Mağara, annesi kokuyordu. Ama annesi mağarada yoktu. Anladığına göre, annesi gece burada yatmış, sabahleyin avlanmaya gitmiş ve daha geri dönmemişti. Büyük bir ihtimalle akşamüstü geri dönerdi.

Aradan birkaç saat geçmişti ki, bir kaplan kükremesi duyuldu. Ot yiyen kaplan ve ailesinin başları sesin geldiği tarafa doğru döndü. Bir kaplan yavaş adımlarla gelerek mağaranın önünde durdu. Havayı kokladı. Tanıdık, tanımadık birkaç kaplan kokusu aldı. Daha sonra olanca gücüyle bağırdı: “ Kimseniz çıkın gövdenizi görelim. Saklanmayın korkaklar. “
Ot yiyen kaplan annesinin kokusunu almış ve onu tanımıştı: “ Anne, benim güzel annem. Yıllar önce, şu ileride giderken, insan avcılar beni kaçırmıştı. Kim bilir, ne üzülmüşsündür? Yıllar sonra işte karşındayım. Bu eşim, bunlar da yavrularım. “
Bunun üzerine anne kaplan: “ Mağaraya yaklaşırken, asla unutmadığım kokunu almıştım. Gel bakalım, oğlum benim. Yıllardır nerelerdeydin, neler yaptın? “
Annesine sıkıca sarılan ot yiyen kaplan: “ İnsan avcılar beni çeşitli orman yaratıklarının bulunduğu bir bahçedeki kafese attılar. Büyüyünce bir gün firar ettim ve bu ormana gelip seni aradım. Ama diğer kaplanlar beni bu ormanda barındırmadılar. Ben de hata yapmamak için, geri döndüm. Bu, ikinci firarım. Artık zor dönerim oraya. “
“ Gel oğlum, mağaramıza girelim. Sizler de gelin. “

Ertesi gün ava çıkılmıştı. Anne kaplan bir geyiği kovalayarak yakalasın diye ot yiyen kaplanın üstüne sürdü. Geyik hızla koşarak ot yiyen kaplanın yanından geçip gitti.
Anne kaplan şaşırmıştı: “ Ne oldu şimdi? Geyik gitti. Neden yakalamadın? Büyük bir ziyafet fırsatını kaçırdık. Bir kaplan geyiği neden yakalamaz? Dur bakalım. Yoksa sen ot yiyen kaplan mısın? Tabi ya. Avcılar seni götürdüğünde çok küçüktün ve sana öldürmeyi öğretmemiştim. Bu ormana ilk gelişinde kaplanlar sana öldürmeyi öğretmek istemişler fakat başaramamışlar. Arkadaş olduğun kör tavşanı öldüren kaplanlara meydan okumuşsun. O anda şiddetli bir yağmur başlamış ve seni kaplanların saldırısından korumuş. Eğer o yağmur başlamasa şimdi hayatta yoktun. “
Bunun üzerine ot yiyen kaplan: “ Dur bakalım, anne. Yağmur beni değil, rest çektiğim otuzdan fazla kaplanı korudu. Sen atıp tutan kaplanlara sor bakalım: Neden hiçbiri karşımda duramamış? Neden kaçıp gitmişler? Yağmur bahane, benim kızgınlığımı görünce yüreklerinin yağı eridi. Savunmasız bir tavşan karşısında ejderha kesilenler, çil yavrusu gibi dağıldılar.”
“ Kaplanlar kaçmasalardı, bazılarını öldürecek miydin? “
Annesinin sözleri üzerine ot yiyen kaplan gülümsedi: “ Yok canım, ne öldürmesi? Onları döverdim.”
Ot yiyen kaplan sonraki yıllar boyunca annesi ve ailesiyle birlikte yaşadı. Hayatın katı kurallarına daima karşı çıktı. Nasıl yaşayacağıma ve ne yiyeceğime ben karar veririm, dedi. Bu düşüncesini orman yaşayanlarıyla paylaştı. Her sabah doğan yeni güne, yeni umutlarla başladı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:

Masal Bahçesi - Masalcı Yayınları - Yayın Yılı: 2012 - Sayfa: 97-103
Masal Kuşağı - Masalcı Yayınları - YayınYılı: 2012 - Sayfa: 163-169
Hayvan Masalları - Yediveren Çocuk - YayınYılı: 2018 - Sayfa: 121-126
 

Ekli dosyalar

  • 1755080701757.webp
    1755080701757.webp
    52.1 KB · Görüntüleme: 0
1755081045862.webp
Serdar Yıldırım - Ayla Yıldırım

SERDAR - GENÇ BİR YAZAR HANGİ AŞAMALARDAN GEÇTİ VE NASIL GAYRET GÖSTERDİ
Sıkıcı. Hayat gerçekten çok sıkıcı. Günlerdir, haftalardır, aylardır değişen hiçbir şey yok. Hep aynı şeyler: Sabah olur güneş doğar, öğlen olur güneş yakar, akşam olur güneş batar. Bazen arkadaşlarla konuşurken, “ Günler birer birer geçip gidiyor. Bu işin sonu ne olacak? “ diye sorarım. Aldığım cevap hep aynı olur: “ Ne bilelim biz. Ne olacaksa oluyor işte. “
Laf mı yani bu da şimdi? Hayat çarkının dönüşüne kaptırmışlar kendilerini dönüp duruyorlar. Zannedersem yaşadıklarının farkında değiller, bedava yaşıyorlar. Şuraya bak… Göz alabildiğince uzanan bir şehir. İçinde binlerce insan. Çoğu büyümüşler de toplanıp götürülmeyi bekliyorlar. Gidecekleri yer belli: Fabrikada ucuza çalıştırılacaklar. İşçi olacak çalışacaklar. Bu çalışmak kesinlikle amaç sayılamaz. Birçok arkadaşıma sorup cevabını alamadığım bir soru var: “ Tamam. Bizi çalıştıran çalıştıracak. Bundan bizim kazancımız ne olacak? “

Ben, ucuz işçi olmak istemiyorum. Beni çalıştıracak olan çalıştırmasın, tam doymadan sofradan kalksın. Ben bunu düşünür, bunu söylerim. Benim hayat felsefem bu. Zaman nasıl da akıp gidiyor. Vakit gece yarısı oldu. Beni buradan kurtaracak olan biraz sonra gelir. Günlerdir uğraşıyorum. O’na neyin ne olduğunu ve ne yapmak istediğimi, çeşitli örnekler vererek, defalarca anlattım. Önceleri pek durumu kavrayamıyordu ama artık her şeyin farkında. İkimiz birlik olup başarı kazanacağımıza inanıyorum. Bir gelen var, galiba O. Nihayet geldi: “ Merhaba, Metin. “
“ Merhaba, Serdar. Vakit tamam. Şöyle geç de seni ağaca bağlayan urgandan kurtarayım."
Daha sonra Serdar yüksekçe bir kayanın üstüne çıktı. Uyanık durumdaki arkadaşlarına uykuda olanları uyandırmalarını söyledi. Arkadaşları uyandıktan sonra büyük bir merak ve heyecan içinde Serdar’ın söyleyeceklerini dinlemek için dikkat kesildiler: “ Kardeşler, arkadaşlar... Hepiniz tarafından çok iyi bilindiği üzere bu akşam ben Metin Kardeş ile birlikte yola çıkıyorum. Amacım, mutluluk çiçeğini arayıp bulmak ve onu durduğu yerden daha yüksek bir yere çıkarmak ve böylelikle dünyadaki her canlının mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak. Bu yeni yerinde hiçbir yabancı bitkinin yetişmesine izin vermeyeceğimden mutluluk çiçeğinin göndermekte olduğu mutluluk pırıltıları artacaktır. Şimdi, aranızdan bir-iki gönüllü arıyorum. İsterim ki, hepiniz gönüllü olasınız, hepiniz benimle gelesiniz. Gerçekleştirmek istediğim hayırlı bir iştir. Daha önce belki yüz defa meseleyi bütün ayrıntılarıyla sizlere anlatmıştım. Bir parça olsun medeni cesaret gösterin. Son defa soruyorum: Yok mu benimle gelmek isteyen? “

Serdar, birkaç dakika bekledi. İçinde binlerce işçi adayının durduğu meydandan çıt çıkmıyordu.
Serdar: “ Tamam. Anlaşıldı. Kimse benimle gelmek istemiyor. Bunun için hiçbirinize kızmak hakkına sahip değilim. Neyse…Kardeşler, arkadaşlar. Tekrar görüşmek üzere, şimdilik hoşça kalın.”
Serdar ile Metin, yolda Vedat adında bir adama rastladılar. Serdar, Vedat’a mutluluk çiçeğini aramaya çıktıklarını söyledi ve konu hakkında bilgi sahibi olup olmadığını sordu. Vedat mutluluk çiçeğinin nerede olduğunu tarif edemeyeceğini, fakat kendilerini Bay Kemal ile tanıştırabileceğini söyledi. Bay Kemal, yatağının üzerinde oturumuna gelmiş vaziyette, misafirlerini güler yüzle karşıladı. Serdar’ın anlattıkları, Bay Kemal’i heyecanlandırmıştı. Onun şahsında kendi gençliğini görmüş, o günler bir film şeridi gibi gözlerinin önünde canlanmıştı.

Yıllar önce, mutluluk çiçeğini aramak için yollara düşmüştü. Sonunda, yaşlı bir köylü kendisine kılavuzluk yapmış, mutluluk çiçeğinin yaşadığı yüce dağlar arasındaki yüksekçe bir platoya giden tek yol olan Umut Geçidi’nin girişine kadar getirmişti. Buraya kadar olanları anlatan Bay Kemal, konuşmasına şöyle devam etti: “ Umut Geçidi’nin girişine geldiğimizde yaşlı köylü beni şu sözlerle uğurladı. – Umut Geçidi’nin girişi işte burası. Bu geçidin uzunluğu yüz metre kadardır. Bu yolun sonunda önüne açık bir alan çıkacak. Karşıdaki ağaçlıktan geçtikten sonra mutluluk çiçeğini görebilirsin. Ben yetmiş yılı aşkın bir süredir aşağıdaki ovada yaşıyorum. Sen mutluluk çiçeğini aramak için gelenlerin altıncısı oluyorsun. Senden önce gelenler başarısız oldular. Mutluluk çiçeğini görememişler bile. Mutluluk çiçeğinin bekçisi buna izin vermemiş. Geçidin sonundaki açık alanda aniden karşına çıkarmış. İri, kocaman, otuz yaşlarında bir adammış bu bekçi. Korkar da geçide döner kaçarsan peşinden gelmezmiş. Gidenlerin hepsi de bilgili, kültürlü idiler ama bekçi onların hepsinden baskın çıktı. Kendilerinin birer bilge olduklarını söyleyenler bile üzgün ve yorgun bir şekilde geri döndüler. İşte, Bay Kemal benim anlatacaklarım bu kadar. Yolun açık olsun. –

Yaşlı köylünün anlattıklarını dinledikten sonra geçide girdim. Arada bir durup yaşlı köylünün söylediklerini aklıma getiriyor ve bunların ışığında planlar yapıyordum. Yüz metrelik yolu üç saatte aştım. Bekçinin sorabileceği her çeşit sorunun cevabını hazırlamıştım. Açık alana çıktım. Biraz sonra bekçi yanıma geldi. Karşılıklı selamlaşmadan sonra bekçi beni kelimenin tam anlamıyla soru bombardımanına tutmaya başladı. İlk sorular basit ve cevaplandırılması kolay sorulardı: Adın ne, nereden geldin, kimlerden nasıl ve şekilde yardım gördün? Sonraki sorular ise, bekçinin konu hakkındaki soruları oldu: Mutluluk çiçeği nedir, mutluluk çiçeğinin var olduğunu ilk olarak kimden duydun, seni buraya kadar getiren nedenler nelerdir, mutluluk çiçeğini gözünün önünde nasıl canlandırıyorsun? Bu sorulara yeterli olabilecek cevaplar vermiştim. Her şey çok güzeldi, bekçi o soruyu sorana kadar. Öyle bir soru sormak bekçinin nereden aklına geldi bilmem ki? Benim kekelemeye başladığımı gören bekçi yüklendikçe yüklendi. Söylediklerinde haklıydı. Evime nasıl geri döndüm bunu bana bile sorma. Üzüntüden yürüyemez oldum, ayaklarım tutmaz oldu. Yıllar var ki, bu yatakta yatıp duruyorum. Üzgünüm, başarılı olamadığım için. “

Bay Kemal sözlerini tamamlarken ortada bir soru işareti bırakmıştı. Mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisi olan adamın Bay Kemal’e son olarak sorduğu soru neydi? ” Bay Kemal ben seni yeterli gördüm. Beraber, mutluluk çiçeğinin yanına gittik. Bir ihtimal de olsa senin orada yapacağın çalışmalar ters etki yapar da mutluluk çiçeğini soldurursan, neler olur, lütfen anlatır mısın? “
Serdar ile Metin, dört gün misafir kaldıktan sonra dönüşte mutlaka uğrayacaklarını söyleyerek Bay Kemal ile Vedat’a veda edip yola çıktılar. Günler günleri kovaladı, aradan haftalar geçti. Serdar yolda rastladığı pek çok insanla her çeşit konuda fikir alışverişinde bulundu. Bazılarıyla yaptığı konuşmaları istediği şekilde bilgi akımı sağlayamadığı için, kısa kesmek zorunda kaldı. Bazılarıyla ise, saatlerce konuştu, sohbet eder gibi, karşısındakine fark ettirmeden, faydalı olabilecek bilgi birikimlerini ustaca çekip aldı. Kendi öz düşüncesinde kurup tasarladığı bu büyük idealini, kimseden bir aferin beklemeksizin, canlıların mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak diye özetlediği girişiminin başarısı için bir tür karakter betimlemesi yapıyordu.

Sonunda, Serdar ile Metin, daha önce Bay Kemal’e kılavuzluk etmiş olan yaşlı köylüyü buldular. Yaşlı köylü onları Umut Geçidi’nin girişine kadar getirdi. Burada yaşlı köylünün Umut Geçidi ve ondan sonrası hakkındaki tanıtım konuşmasından sonra Serdar geçide girdi. Geçitte elli metre kadar ilerleyip bulduğu kuytu bir köşeye oturdu. Sınırları kesin çizgilerle belirtilmemiş, duruma göre anında değişime uğrayabilecek esnek bir plan hazırlamıştı ve bu planın sadece iskeleti değişmeyecekti. Aslında basit gibi görünen fakat son derece karmaşık olan bu planı kontrolden geçiren Serdar, kendinden önce Umut Geçidi’ne giren idealistler gibi zamanlama hatası yapmayacak, açık alana gündüz değil, gece çıkacaktı.
Serdar hava iyice karardıktan sonra açık alana çıktı. Mümkün olduğunca kenardan, kayalıkların arasından yürümeye başladı. Birden durdu. Gelen vardı. İri, kocaman bir karaltı az ileriden geçti, geçide doğru gitti. Bu bekçi olmalıydı. Daha doğrusu birinci bekçi. Eğer tahminleri doğruysa, mutluluk çiçeğinin yanına gidinceye kadar birkaç tane daha bekçi görmesi muhtemeldi, çünkü yaşlı köylü yetmiş yılı aşkın bir süredir buralarda yaşıyorum demişti. Yaşlı köylü doğmadan önce de bu adam bekçilik yaparmış. Bundan dolayı adı mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisine çıkmış. Normal olarak bir adam yüzyıllarca yaşayıp genç kalamayacağına göre, bu bekçi aynı bekçi olamazdı. Bir bekçi sülalesi olabilirdi. Nesilden nesile bekçilik görevini devrediyorlardı birbirlerine.

Serdar tekrar ilerlemeye başladı. Ağaçlığın kenarına yaklaşmıştı ki, bir bekçi daha gördü. Bu birinci bekçi olamazdı, o zaman ikinci bekçiydi. Bir süre yürüdükten sonra ortalığın aydınlanmaya başladığını fark etti. Bu aydınlığın sebebinin mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılar olduğunu biliyordu. Ağaçlar arasında nöbet tutan üçüncü bekçiyi atlattıktan sonra düzlüğe çıktı. İşte mutluluk çiçeği karşısındaydı. Etrafını gündüz gibi aydınlatıyordu. Serdar, mutluluk çiçeğinin yanına yaklaştıkça onun zannedildiği gibi bir bitki değil de, plastik bir maddeden yapılmış dış yüzeyi bulunan – ki bu dış yüzeyin üstünde çiçek kabartması vardı –ansiklopedi büyüklüğünde, kalın bir kitap olduğunu gördü. Bu büyük kitap, yerden iki metre kadar yüksekte bir kaidenin üstünde duruyordu. Kaideye de taş merdivenlerden çıkarak ulaşıyordun.
 
Serdar esnek olarak hazırladığı planında mutluluk çiçeğinin bitki olamama durumunu göz önünde bulundurduğu için hazırlıksız sayılmazdı. Geriye dönüp ağaçlığın kenarındaki bir taşın üzerine oturdu. Mutluluk çiçeği tam karşısındaydı. Şimdi ne yapmalı ne etmeliydi de mutluluk çiçeğine bir zarar vermeden onun işlevini geliştirmeliydi. Zaman kısıtlıydı. Şu anın gece yarısı olduğunu farz etsen sabah oluncaya kadar sekiz saat vardı. Bu zaman zarfında mutlaka sorun çözülecek, buluş gerçekleşecek diye söylendi. Serdar kendine has yorumlarla en basitinden başlayarak düşüncesinde fikir üretmeye başladı. Bu fikir üretiminin gerçekleşmesinde – Fikir üretimi: Beyin jimnastiği. Halk dilinde, kafa çalıştırma. – yolda gelirken çeşitli insanlarla yaptığı konuşmalarda ortaya çıkan karakter tablosunun büyük yararı oluyordu. Hafızasına kaydettiği karakterler hatırına geliyordu. Bu onun sorunu çok yönlü olarak düşünmesini sağlıyor, başarı şansını arttırıyordu. Böylece aradan saatler geçti. Sabah güneş doğarken Serdar sorunu çözmüş olmanın gönül rahatlığı içinde son rötuşları yapmakla meşguldü. Buluş gerçekleşmişti.

Birkaç saat daha geçtikten sonra hazır olduğuna inanan Serdar, bekçilerden birisiyle tanışmak için fırsat kollamaya başladı. Bu beklentisinin uzun sürmeyeceği belliydi, çünkü bekçilerden birisi bulunduğu tarafa doğru geliyordu. Serdar hemen oturduğu yerden kalkarak yüksekçe bir kayanın üzerine çıktı ve seslendi: “ Bakar mısınız, ben buradayım. Evet, size seslenen benim. “ Serdar kendisini görüp yanına gelen bekçinin şaşkın bakışları arasında durmadan konuşmasını sürdürdü. Kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini, amacının ne olduğunu ve sonunda soruna bir çözüm yolu bulduğunu anlattıktan sonra kendisini ailesiyle tanıştırmasını rica etti. Serdar’ın anlattıklarını büyük bir dikkatle dinleyen bekçi: “ Olur efendim, tanıştırırım. Onlar sizinle tanışmaktan şeref duyacaklardır. Buyurun, şu taraftan gideceğiz “ dedikten sonra, Serdar’ın peşi sıra yürümeye başladı. Serdar’ın geliş yönünün aksi istikametinde ağaçların arasında ilerleyen Serdar ile bekçi, ağaçlık alandan çıktıktan sonra, Umut Geçidi’nin sol tarafında kalan dağın yamaçlarındaki bekçi sülalesinin yaşadığı evlerin bulunduğu yerleşim birimine geldiler. Genç, yaşlı birçok bekçinin etrafına toplanmasını fırsat bilen Serdar, şimdiye kadar ne öğrendiyse, ne biliyorsa her şeyi anlattı. Her çeşit konuda bilgisini ortaya koydu. Bilgi akımı, karakter betimlemesi, karakter tablosu ve fikir üretimi gibi deyimlerin anlamlarını Serdar’ın örnekler vererek açıklamasına karşın, tam olarak anlayamayan bazı genç bekçi adayları pas geçti. Nasılsa Serdar, bir süre daha sizlerle beraber olacağım demişti. Onun boş bir zamanında bu durumu sorar öğrenirlerdi.

Ertesi gün dört kişilik bir bekçi grubu dış dünya ile irtibatlarını sağlayan bir gizli geçitten geçerek Serdar’ın istemiş olduğu ebatlardaki iki aynayı almak için gittiler. Yine dört kişilik bir başka bekçi grubu aynı geçitten geçerek değişik yörelere doğru gittiler. Bu ikinci grubun görevi, gittikleri yerlerdeki canlılar arasında mutluluk hissinin ne şekilde ve ne oranda artışa neden olacağını belirledikten sonra bunu bir rapor halinde çalışma grubuna sunmak olacaktı. İlk giden grup beş gün sonra geri döndü. Aynalar yerlerine takıldığı zaman, gökyüzüne ve toprağa dağılan ve hiçbir şeye faydası dokunmayan mutluluk pırıltıları aynalar vasıtasıyla yansıtılıp, diğer dört yanal yüzeyden yeryüzüne dağılan mutluluk pırıltılarına karışmasına sebep olunacak ve sonuç olarak da, canlıların mutluluktan aldıkları payın yüzde elli oranında artışı sağlandı. Serdar aynı günün akşamı şerefine düzenlenen törene katıldıktan sonra, ertesi gün çalışma grubuna başvurarak on altı gündür burada olduğunu ve burada kendisine gösterilen ilgiden çok memnun kaldığını fakat Umut Geçidi’nin girişinde dostları bulunduğunu, onları çok özlediğini ve onları daha fazla merakta bırakmamak için, gitmeye karar verdiğini söyledi.

Ertesi gün Serdar ile Metin, yaşlı köylü ile vedalaştıktan sonra yola koyuldular. En kısa yoldan Bay Kemal’in evine varmayı hedefliyorlardı. Serdar ile Metin, Bay Kemal’in evinin yakınına geldiklerinde, Bay Kemal’i evin önünde yardımcısı Vedat’la beraber gezinirken gördüler. Belli ki, Bay Kemal mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılardan payına düşeni almış, ayaklarına can gelmiş, yürümeye başlamıştı. Aradan bir saat geçmeden dördü birlikte yola çıktılar. Onları bu derece hızlı hareket etmeye zorlayan sebep neydi? Serdar olanı, biteni anlattıktan sonra bir an önce doğduğu şehre dönmek istediğini, oradaki arkadaşlarının ucuza çalıştırılmak üzere fabrikaya götürülme durumuyla karşı karşıya olduklarını söylemişti. Bu duruma karşı çıkacak, oradaki arkadaşlarının birer lokma halinde yutulmalarına izin vermeyecekti.

Şehre geldiklerinde şehir meydanında hiç arkadaşı olmadığını gördüler. Serdar geç kaldığını anladı. Üzüntüsü sonsuzdu. Şaşkın bir halde etrafına bakınırken, meydanın kenarındaki evlerin arasından çıkıp “ Serdar..Serdar..” diye bağırarak kendisine doğru koşmakta olan bir arkadaşını gördü. Bu Murat’tı. Serdar da, ona doğru koşmaya başladı. Biraz sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar.
Serdar: “ Diğer arkadaşlar götürüleli kaç gün oldu? “ diye sordu.
Murat: “ Üç gün önce. Kamyonlara yükleyip hepimizi fabrikaya götürdüler. Ben bir fırsatını bulup fabrikanın kapısında kamyondan atlayıp kaçtım. Amacım, geri döndüğünde durumu sana anlatmaktı. Senin başarılı olduğunu biliyoruz. Biz sadece işçi adayı olduğumuz ve sonunda nasıl olsa fabrikada ucuza çalıştırılacağımızı düşündüğümüz için, patronun bizler için hazırladığını sandığımız o tek yola girmiş bilinçsizce yürüyorduk. O tek yoldan başka ve çok daha faydalı, yararlı yollar olabileceğini aklımıza getiremiyorduk. Sen, sende doğuştan var olan bu kabiliyetini bizi yönlendirmek için kullanmak istedin. Beynimizdeki sis perdesini dağıtmak istedin. Sen bu durumu bize iyi anlatamadın mı? Hayır, aslında çok iyi anlattın da, biz sana pek kulak asmadık. Yani söylediklerini önemsemediğimiz için dinlemedik “ dedi.
Murat’ın söyledikleri Serdar’ın şaşırmasına sebep olmuştu: “ Vay Murat! Sen neler biliyormuşsun da benim haberim yokmuş. Ben de o anlattıklarımın boşuna olduğunu düşünüp üzülüyordum. Murat, senden beni ve buradaki arkadaşları fabrikaya götürmeni isteyeceğim. “

Fabrikanın yakınlarına geldiklerinde hava iyice kararmıştı. Fabrikanın dış kapısı kapalıydı. Arkadaşlarının isteksiz olduğunu gören Serdar fabrikanın duvarına tırmandı. Oradan bahçeye atladı. Bahçeyi kontrol ettikten sonra açık bir pencereden fabrikaya girdi. Fabrikanın yönetim odasında bulduğu belgelere göre, köle olarak çalıştırılmak üzere taş ocaklarına götürülmüşlerdi. Serdar bir süre bu acı durumun üzüntüsünü yüreğinde taşıdı. Zamanla üzüntüsü hafiflemeye başladı. Onlardan ilgi görmediği halde onları kurtarmak için çırpınıp durmuştu. Fakat angaryanın da bir sınırı vardı. Bir idealistin anlattıklarına inansın diye kimseye baskı yapmaya, zor kullanmaya hakkı yoktu. Tek yapacağı inandırmaya çalışmak olabilirdi. Şimdi yeni bir program hazırlaması gerekiyordu. Dünyadaki canlılara faydalı olabilmek amacını güdüyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için, bir an bile olsa, heyecanını kaybetmeden, sadece kendine özgü bir biçimde çalışmalarına sonuna kadar devam etmeye kararlıydı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım - 1991
 
1755081324764.webp

SEVİMLİ SÜRÜNGEN GABON'UN MACERASI
Şu insanoğlu başımdan gitse de biraz soluk alsam. Sabah erkenden geldi, bir türlü gitmek bilmedi. Ne anlar bilmem ki, öyle dikkatli dikkatli yüzüme bakmaktan? Sert baktım olmadı, yumuşak baktım olmadı. Kafamı çevirdim öte yana o da geçiyor o yana yine göz göze geliyoruz. Bugün bir şey de yemedi, tabi ki ben de açım. Yemek aklına gelse de bana da yiyecek bir şeyler verse. Aç yılanı uyku tutmaz, iyisi mi uyuyamıyorum işte. Ah, ne günlerdi o günler! Ormanda sabahın ilk saatlerinde ya da günün son saatlerinde avlanır, güneş çıkınca gizlendiğim yere dönerdim. Bol av vardı ormanda. Gel de o günleri arama şimdi. Benim gibi hareketli bir yılan tıkılıp kalsın bu cam fanus içinde. Olacak şey değil ama oldu işte. Birkaç insanoğlu yakaladı beni getirip buraya kapadılar. Gözlerime baygınken mercek gibi bir şey takmışlar, göz bebeklerim yuvarlak gözüküyor. Aslında ben bir engerek yılanıyım ve zehirli bir yılanım. Zehirli yılanların göz bebekleri düşeydir. Durumu bilmeyenler beni zehirsiz yılan sanacak. Ormanda olsaydı bu durum bana büyük avantaj sağlardı ama burada hiç faydası yok. Aynayı eline aldı insanoğlu yine yüzüme tutacak. Bu bir bilim adamı olmalı ve herhalde benim üzerimde bir tür deney gerçekleştiriyor.

Gece yarısı oldu. İnsanoğlu yarım saat kadar aynayı yüzüme tuttuktan sonra yedi köfteleri yattı, uyudu. Bir köfte de bana verir mi diye boşuna bekledim. Belki yarın da aç kalırım, belki öbür gün de. Belki de, bu yılan acaba kaç gün açlığa dayanır diye bekleyecekler. İyisi mi ben bir an önce canımı dışarı atmanın yoluna bakayım. Yoksa burası bana mezar olacak.

Yorulmadım desem yalan olur. Bir saattir bilmem kaç defa dikilip kafamla tos vuruyorum, cam fanusun üstündeki kapak kısmına. Cam kırılmaz cinsten bunu biliyorum da kapak dört köşesinden menteşeli. İşte benim amacım, bu menteşelerden hiç olmazsa ikisini söküp dışarı çıkmak. Birini söktüm ama hiç kuvvet kalmadı. Biraz dinlenip kuvvetimi topladıktan sonra diğer köşedeki menteşenin altına tos vurmaya başlayacağım. Başaracağım, buradan kaçıp kurtulmayı başaracağım.

Neyse ki, sonunda bu menteşe de söküldü. Aralanan kapağın altından rahatça geçebilirim. İşte cam fanustan çıktım. Bir insan için burası karanlık ama ben gündüzmüş gibi rahatça görüyorum. Fanustan çıkınca yönümü şaşırdım. Şu üç kapının hangisi koridora açılan kapıydı acaba? Aman sende deneme-yanılma metoduyla ne büyük sorunlar çözülmüş. Dene-yanıl bu suretle deneyene o yanılmalar bile çok şey öğretir. Eğer denemezsem üç kapıdan hiçbirini açmamam gerekir, o zamanda bu salonda kalırım. Şu kapıyı açalım bakalım. Ohoo, bilim adamının odasıymış burası, yatağında uyuyor. Gidip ısırsam mı şunun ayağını acaba? Isırırım ısırmasına kolay da bir de ölür-mölür sonra bütün Afrika peşime düşer. Şimdi kapıyı sessizce kapatayım ve ikinci kapıyı açayım. Tamam, koridora açılan kapı buymuş. Çık koridora, kapıyı kapa, yürü dış kapıya. Dış kapıyı aç, etrafına bakın, kimse yoksa süzül dışarı, kapa dış kapıyı, işte orman şurası. Onlar beni çok ararlar içeride. Savulun, engerek yılan geliyor. Boyu 1.5 metre, gövdesinin genişliği 25 cm. olan bu Gabon engereğinin insan aklının sınırlarını zorlayan, akıllara durgunluk veren macerasını okumaya devam ediniz.

Günlerdir hiçbir şey yemeyen Gabon haliyle çok acıkmıştı. Dışarı çıkar çıkmaz çatallı dilini dışarı çıkardı, yani koku alma organını. Bu organ, en küçük ısı kaynaklarını bile algılayabilir ve yerini belirleyebilirdi. Bu nedenle bütün sıcakkanlı hayvanların gizlendikleri yerleri bulabilir ve onları avlayabilirdi. Bu altıncı duyu özellikle gece avlanmaları sırasında çok yararlı oluyordu. İşte şimdi geceydi ve Gabon’un çatallı dili dışarıdaydı. Ormanda zik zaklar çizerek hırsla ilerleyen Gabon bir ısı kaynağı fark etmekte gecikmedi. Çalılar arasında, toprağın altında, girişi taşlarla ustaca kapatılmış fare yuvasına dalan Gabon korkudan taş kesilmiş büyüklü-küçüklü beş fareyi birkaç dakikada midesine indirdi. Baklavaları yutmuştu ama tam doymamıştı. Daha sonra birkaç kertenkele ve bir köstebek avlayan Gabon yediklerini sindirmek için kayalıklar arasında uygun bir yer bulup dinlenmeye çekildi.

Aradan on beş gün geçti. Gabon yediklerini sindirmişti. Kayalıklar arasından çıkıp yeniden etkinlik göstermeye başladı. Gabon aniden kan kokusu algıladı. Kafasını kaldırdı, ileriye baktı. Bir sincabı düşe- kalka giderken gördü. Sincabın sırtındaki iki küçük delikten kan sızıyordu. Gabon onun zehirli bir yılan tarafından ısırıldığını anladı ama hangi yılan? Gabon biraz sonra bir şişen engereği sincabın izini sürerken gördü. Bu şişen engerekler avını sokup birkaç dakika bekledikten sonra avın bıraktığı izi sürmeye başlardı. İz sürmeyi çatallı diliyle gerçekleştiriyordu. Kafasını şişirmesinden dolayı ona şişen engerek deniyordu. Şişen engerek daha sonra sincabı yakalayıp yutacaktı. Orman zifiri karanlıktı ama Gabon her şeyi net olarak görüyordu. Bütün hayvanlar karanlıkta çok iyi görürlerdi. İnsanlar ise, bu yetenekten yoksundular ve bundan dolayı hayvanlar geceleri avlanmak için yuvalarından çıkardı, çünkü geceleri insanlar uyurdu.

Bir kum boa yılanıyla karşılaşınca aniden durdu, Gabon. Saldırgan olmayan, aksine çok korkak olan bu yılan bakalım ne yapacaktı? Kum boa yılanı beklendiği gibi hızla geri dönüp az ilerideki bir çukurdan toprağın altına girdi ve gözden kayboldu. Kum boa yılanları, kumların ya da toprağın altında yaşar, yalnızca geceleri dışarı çıkardı. Daha çok kertenkelelerle beslenirdi. Boyları ender olarak 1 metreyi aşardı. Gabon daha sonra bulunduğu tepenin ağaçlı yamaçlarında şimşek gibi akan Coluber cinsi bir yılan gördü. En hızlı yılan türü olan ince, uzun kuyruklu, iri gözlü bu yılanın oraya buraya çarpmasına karşın, nasıl olup da parçalanmadığına bir kez daha şaşırdı. Giderken bazen takla atıyor, bazen de uçuyor gibi oluyordu bu yılan ve onun bu gidişini bir gören bir daha unutamazdı.

Gabon daha sonraki günlerde durumuna çözüm yolu aramaya başladı. Gözlerindeki mercekleri çıkarma olanağından yoksundu, göz bebekleri yuvarlak görünüyordu ve zehirli yılanlarla ilişki kuramıyordu. “ Acaba zehirsiz yılanlar beni aralarına kabul ederler mi? “
Gabon kafasına takılan bu sorunun cevabını bulmak için zehirsiz yılanlarla dostluk arayışı içine girdi ve bir süre sonra öyle bir olay yaşadı ki, belki de dünya kurulalı beri hiçbir yılan onun yaptığını yapmaya cesaret edemedi. Gabon bir gün çalıların, çimenlerin arasında ilerliyordu. Aniden ilerideki kayalıklardan çok şiddetli titreşimler algılamaya başladı. Orada neler oluyordu? Afrika’nın en yırtıcı sürüngenlerinden 2.5 metrelik bir kara mamba köşeye kıstırdığı 1 metrelik zehirsiz yılanla korkunç bir fikir tartışmasına girmişti.
Kara mamba: “ Sana defalarca söyledim, zehirsiz yılanları bir araya toplama, bırak dağınık kalsınlar diye ama beni dinlemedin. Soyunu sen mi kurtaracaksın? “
Duri: “ Kes traşı pis mamba! Sen ancak kendini zehirlersin. Boy büyütmüşsün ama bedavaya. Sokul da görelim kim en büyük. “
Kara mamba: “ Vay canına! Ama bana dayılık sökmez. Bir lokmasın benim için. “
Duri: “ O lokma midene oturacak. Haydi, davran, kum tanesi kadarcıksın sen. “

Gabon zehirsiz yılanların şefi Duri’yi görür görmez tanıdı. Eğer onu kurtarırsam belki beni yardımcısı yapar diye düşündü. Zaten kara mambalardan oldum olası hoşlanmıyordu. Gabon akıl almaz bir işe girişti. Piton yılanları gibi gövdesinin üstünde yükselip başını yerden 50 santimetre kadar kaldırdı. Yaptığı akrabotik gösteri türüne girerdi. Diğer yandan tüm gövdesini zangır zangır titretiyordu. Duri Gabon’u bu halde görünce kenara çekildi. Şaşkınlıktan dili damağına yapışmıştı. Gözleri karardı, başı döndü ve oracıkta yığılıp kaldı. Kara mamba karşısındaki yılanın 5 santimetreye varan zehirli dişlerini hemen fark etti ama göz bebekleri yuvarlaktı. Yaratılış hatası olabilir miydi? Ayrıca bir orman ırmağı gibi kabarmış korkusuzca üstüne geliyordu. Kara mamba onunla kapışmayı doğru bulmadı. Kocaman ağzını sonuna kadar açarak ritmik hareketlerle santim santim gerilemeye başladı. Kara mamba az sonra kayalıklar arasında bulduğu bir yarıktan içeri girip gözden kayboldu.
 
Gabon baygın durumdaki Duri’yi sırtladığı gibi zehirsiz yılanların yaşadığı bölgeye götürdü. Duri ayılınca olanları coşkulu bir şekilde anlattı ve bu güçlü, genç irisi yılanı yardımcısı yaptığını söyledi. Sevinç çığlıkları arasında Duri’nin önerisi kabul edildi. Sonunda Gabon amacına ulaşmış ve zehirsiz yılanlarla dost olmuştu. Günlerden bir gün, Duri önde, Gabon arkasında ve daha arkada yirmi tane zehirsiz yılan ormanda ilerlerken, Duri avcıların kurduğu bir tuzağa yakalandı. Duri nasılsa kurtarılamazdı. Zehirsiz yılanlar kaçtılar. Çok ısrar etti Duri, sen kaç kurtul diye ama Gabon kaçmadı. Tek söz etmeyip sessizce bekledi. Göz bebekleri incecik bir çizgi haline gelmişti. İki saat sonra tuzağı kontrole gelen avcılar Gabon’un zehirli dişlerini görünce gerilediler. Gabon onlardan birinin üstüne atılıp yakaladı ve Duri’yi tuzaktan kurtarmasını sağladı. Gabon avcıya bir zarar vermeden bıraktı. Avcı kaçarken Gabon gülümsedi. Yılanlar gülümsemezdi ama Gabon gülümsemişti. Hem bu ilk kez oluyordu.

Daha sonra Duri şefliği Gabon’a bırakarak kenara çekildi. Gabon’un önü açılmıştı. Duri’ye defalarca anlatıp bir türlü kabul ettiremediği düşüncesini uygulamaya başladı. Duri’nin olmasını isteyip de, başarılması olanaksız dediği düşünceyi: Afrika’nın sadece zehirsiz yılanların yaşadığı bir kıta olması. Gabon işte bu amacını gerçekleştirmek istiyordu. Gabon dört bir yana haberciler yolladı. Pek çok zehirsiz yılan türü Gabon’un çağrısına uyarak geldi. Sayıları binleri, on binleri buldu. Fakat bir maymun Gabon’un gözlerindeki mercekleri çıkarınca Gabon rahatladı, huzursuzluğu kayboldu ve zehirsiz yılanları kaderleriyle baş başa bırakarak bölgeyi terk etti.

Engerekgillerin en güçlü zehirlisi testere pullu engerektir. Çok az zehir akıtabilmesine karşın, ısırığı çok tehlikelidir ve hemen bilinçli bir tedavi yapılmazsa, ölüme yol açar. Zehirin etkisi bir yıl sürebilir. Zehirlenme organizmada şiddetli bir enzim dengesizliği yaratır ve bu dengesizliğin giderilmesi oldukça güçtür. Gabon, Joker adındaki bir testere pullu engerekle arkadaş olunca hayatı değişti. Joker kısa sürede Gabon’un aklını çelerek onu Büyük Sahra Çölü’ne götürdü. Gabon’un çölde, testere pullu engerek neslini korumak için, 1.80 metre boyundaki dev boyutlu Sahra akreplerine karşı yaptığı amansız mücadeleyi ibretle okuyacaksınız.

Çölde hayat kumun altındadır. Kum milyonlarca küçüklü – büyüklü canlı yaratığı yabancı gözlerden gizler. Bu yaratıklar yaşayabilmek için birbirlerini yerler. Gece olunca ortalık serinler ve bazıları kumun üstüne çıkar. Amaç hep aynıdır, açlık dürtüsünü yok etmek. Açlık dürtüsü, yemek eylemi gerçekleştirilince kendiliğinden ortadan kalkar. Dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun bir yılan durup dururken insana saldırmaz. Eğer saldırırsa ya çok açtır ya da rahatsız edilmiştir. İster zehirli ister zehirsiz olsun yılanlar insanı görünce korkup kaçar. Akreplerde durum bambaşkadır. Akrepler hiç korkmadan insana sokulur. Çadır kurmuşsundur çadırına girer, evin vardır evine girer. Açlık dürtüsü değildir akrebi insana yaklaştıran. İnsan bedeni akrebin zehirini kolayca akıtabilmesine olanak sağlar. Akrep genellikle insanı sokar, zehirini akıtır ve kaçar. Büyük boyutlardaki çöl akrepleri hariç diğer akrepler soktuğu insandan bir ısırık bile almaz. Zehirini akıtması akrebi rahatlatır.

Joker’le Gabon, Büyük Sahra Çölü’nün kumları altındaki testere pullu engereklerin yeraltı şehrine gelince ilk iş olarak başkan Jara’nın huzuruna çıktılar. Joker Gabon’u Jara’yla tanıştırdı. Jara Gabon’u şöyle bir göz ucuyla süzdükten sonra Joker’e dönerek: “ Koca Afrika Kıtası’nda bula bula bunu mu buldun? Sözde takviye kuvvet toplamaya gitmiştin. Bunun kendine faydası yok, bir de bizi akreplerden koruyacak. Tek başına ne yapabilir ki? “ deyince Joker, “ Efendim “ demek istedi, fakat Jara, “ Kes Joker, hani senin palavracı olmadığını bilmesem ikinizi de akreplere atardım. Yıkılın karşımdan “ diye bağırarak onları kovdu. Daha sonra yalnız kaldıklarında Gabon: “ Ya arkadaş, bu ne biçim başkan? Ben dünyanın yolunu teptim buraya gelmek için, size yardıma geldim. Hakaret gördüm. Başkan beni küçümsedi, bir dövmediği kaldı. Artık burada kalamam, hemen gidiyorum. “

Joker, Gabon’un önüne geçerek: “ Dur Gabon, sen başkanın sözlerini yanlış anladın. Başkan seni kızıştırmak için öyle konuştu. Aslında senin neler yapabileceğini çok iyi biliyor. Yoksa seni bulması için beni göndermezdi. “
Bunun üzerine Gabon: “ Bak Joker, ben laf kalabalığını sevmem. Kısa konuşacağım. Bu başkanla birlikte olamam. Ben akrepleri sindirsem başkan beni yine azarlar. Size yardım etmek isterim ama bu başkanla olursa ben yokum. Başkan tahtından düşmeli, anlıyor musun, tahtından düşmeli. “
Joker: “ Başkanı ben de sevmiyorum. Bir pislik o. Herkesi azarlar. Beni yıllardır rezil ediyor. Başkan tahtından düştü diyelim, o zaman kim başkan olacak? “
Gabon: “ İsterseniz beni başkan yapın. Sizleri tüm gücümle savunur akrepleri perişan ederim.
Joker: “ Sen zekisin, güçlüsün, hırslısın. Başkanlık yaparsın. Zaten sana muhtacız. Başka çaremiz kalmamıştı. Sayımız azalmıştı. Soyumuz tükeniyordu. Akrepler hep bize saldırdılar. Onlarla her yaptığımız savaşta yenildik. Esir almayı sevmezler. Hemen öldürürler. Bu yeraltı şehrinde yaşayanların hiçbiri başkanı sevmez, ama beni severler, sayarlar. Ben, Gabon yeni başkanınız dersem kabul ederler. Hepsi peşinden gelir. “
Gabon: “ Joker, şimdi neyi nasıl yapalım? Sen halkını benden daha iyi tanıyorsun. Durumu ayarla. Bir plan dâhilinde başkanı devirelim. İş bu gece mi bitsin, yoksa yarına mı kalsın? “
Joker: “ Ben iş bu gece bitsin, başkan devrilsin derim. “
Gabon: “ Bravo Joker, seni yardımcım yaptım. Ben de aynı düşüncedeydim. Yarın halk olanları öğrenir. Sen onlara her şeyi anlatırsın. Belki ben bir oldubittiyle başkan olmuş oluyorum ama git dersen çeker giderim. “
Joker: “ Aman Gabon, istersen beni yardımcın yapma, yeter ki gitme. Şu akrepleri perişan edersen kölen olurum. “
Gabon: “ Joker, böyle konuşma, kölelik-mölelik falan yok. Biz seninle arkadaşız ve hep arkadaş kalacağız. İstersen kardeş olalım Joker, ne dersin? “
Joker: “ Tamam, kardeş olduk gitti be Gabon. “

Joker gece yarısı birkaç yüksek rütbeli komutanla birlikte saraya gelip başkan Jara’yı uykuda yakaladılar ve hapse attılar. Ertesi gün yeraltı şehrinde yaşayanlar Jara’nın alaşağı edilip, Gabon’un başkan olduğunu öğrendiler. Herkes, başkanlık sarayı önünde toplandı ve Gabon balkonda görününce yüzlerce yılan “ Kahrolsun Jara, yaşasın Gabon “ diye bağırdı. Gabon üç ay gibi sürede mükemmel bir ordu kurdu. Beş yüz testere pullu engerekten oluşan bu orduyla akreplerin üstüne yürüdü. İki ordu çölde karşı karşıya geldi. Önce başkanlar ileri çıktı.

Akreplerin başkanı Dode: “ Gabon, adından söz edildiğini çok duydum. Büyük amaçlar peşinde koşarmışsın. Hani sen yüce duygulara hizmet ederdin. Şu arkandakiler, onlar korkaktır. Pöh desem hepsi kaçar. Bak şimdi: Pöhh…İnanmayacaksın ama hepsi kaçtı. Yalnız kaldın Gabon. Herhalde tek başına, ben bin akrebe bedelim diyemezsin. "
Gabon: “ Dode, çok şakacısın. Palavrayı boş ver de sen benimle teke tek bir uğraşa var mısın? ”
Dode: “ Teklifini duydum, Gabon, ama benim de sana bir teklifim var. Örneğin, ben senden korktum diyelim. Bundan dolayı seninle vuruşmam. Sen, hepimize karşı durabilir misin? “
Gabon: “ Durabilir misin ne demek? Böyle düşünmene şaştım. Benim için, birle bin hiç fark etmez. Çıkın karşıma. “
 
1755081426967.webp

Gabon akreplerin hücumunu karşılamak için pozisyon alırken göz ucuyla arkasına baktı. Ne Joker vardı, ne testere pullu engerek. Korkaklar kaçmıştı. Şimdi can pazarındaydı. Dev boyutlu bin akrebe karşı Gabon engereği? Fakat Dode, beklenmedik bir şekilde ordusunu geri çekti. Gabon’la yalnız kalınca Dode şöyle dedi: “ Bak Gabon, seni sevdim. Ben cesurları severim. Yalnız sen çok cesursun. İnan senin maceralarını dinleyerek büyüdüm. Dedem, babam hep seni anlatırlardı bana. Gabon gibi ol, derlerdi. Ben de Gabon gibi oldum, akreplere başkan oldum. Sana testere pullu engerekler neler anlattılar bilmem ama onlarla yıllardır bir çarpışmamız olmamıştı. Kim bilir akrepleri sana nasıl kötülediler? Aslında böyle durumlarda iki tarafı da dinlemek gerek. O öyle der bu böyle der yani ikisi de haklıdır, gel çık işin içinden. “
Dode konuşmasını bitirince Gabon rahatladı. Duruşunu değiştirdi. Hafifçe gülümsedi. Yılanlar gülümsemezlerdi ama Gabon gülümsemişti. Hem bu ikinci kez oluyordu.

Gabon’un aniden bakışları değişti. Yüz hatları gerilmişti. Dode’nin onu sokmak üzere olduğunu son anda fark etti. Dode’nin beline güçlü kuyruğuyla sert bir darbe indirdi. Dode kumlara gömüldü. Gabon oradan hızla uzaklaşmaya başladı ama bir kum tepesinin üstüne çıkınca durdu. Karşıda sürüyle akrep vardı. Sağa baktı, sola baktı, geriye baktı. Devamlı olarak kumun altından akrep çıkıyordu. Tepenin çevresi kuşatılmıştı. Gabon kuma dalınca akrepler de kuma daldılar. Savaşın kumun altında olacağını sanıyorlardı. Gabon bir süre aşağı gidip sonra ileri gitti ve kumun üstüne çıktı. Tepenin yarısını inmişti. Görünürde akrep yoktu. Gabon çok uzaklara gidince peşinden seslenildiğini duydu. Geriye döndü. Joker geliyordu. Gabon Joker’e aldırmayıp yoluna devam etti ama Joker biraz sonra Gabon’a yetişti: “ Lütfen dur Gabon, beni dinle “ dedi Joker.
Gabon durmadı: “ Boşuna konuşma, seni tanımıyorum. “
“ Nasıl tanımazsın Gabon, biz seninle kardeş olmuştuk. “
“ Olmuştuk, o eskidendi, şimdi değiliz. Korkaklarla işim yok benim. “
Joker Gabon’un önüne geçti: “ Dur bakalım! Hiç kimse bana korkak diyemez. “
Gabon durdu: “ Korkak değil misin? Niçin kaçtın? “
“ Kaçmadım be Gabon. Olay şöyle oldu: Dode pöhh dediğinde aniden dünyam karardı. Galiba arkadan sert bir cisimle başıma vurdular. Kendime geldiğimde sarayın salonundaydım ve Jara başkanlık koltuğunda oturuyordu. Salon çok kalabalıktı. Kargaşadan yararlanıp kaçtım. Bana inanmıyorsan başımdaki şu şişliğe bak. “

Joker doğru söylüyordu, gerçekten de başında ceviz iriliğinde bir şiş vardı. Korkak olan arkadaşlarıydı, Joker ne yapsındı? Gabon ile Joker, bir süre daha konuştuktan sonra kardeşçe ayrıldılar.

Gabon iki ay hep doğuya doğru yol alarak Mısır’a geldi. Mısır’da en çok dikkatini çeken şey, yılan güreşleri oldu. Nereye gitse bir kalabalık görüyor ve kalabalığa karışıp güreşen yılanları seyrediyordu. Galip gelen kim olursa olsun sonucu kura belirliyordu. Kurada kimin adı çıkarsa o galipti. Örneğin, bir gün Gabon sekiz metrelik bir boa yılanının karşısına bir metrelik engerek yılanının çıktığını gördü. Gabon’a göre, boa yılanı kesin galipti. Ama güreş başlar başlamaz engerek yılanı köşesine kaçmış ve kura sonucu engerek kazanmıştı. Gabon öylesine şaşırmıştı ki, hayretten donakalmıştı. Bu çok nadir görülen olayın dışında genellikle güreşler kıran kırana geçiyor ve dostça bitiyordu. Gabon daha sonra Sina Çölü’nden geçerek Filistin’e, Suriye’ye ve oradan da Anadolu’ya geldi.

Gabon, Hatay Amanos Dağları’nda tanıştığı bir tilki ile birlikte, Adana üzerinden Konya Ovası’na geldiler. Tuz Gölü’nün yakınından geçerken, Gabon tilkiye sanki bilmezmiş gibi sordu: “ Ne olmuş, buralara kar mı yağmış? “
Tilki cevap verdi: “ Olur mu Gabon, hiç ağustos ayında kar yağar mı? “
“ Kar değilse bu beyazlık ne? “
“ Onlar kar değil, tuz. “
“ Tuz mu? Ne tuzu? “
“ Tuz işte, adına tuz deniyor. Yalayınca acı bir madde. Bence gereksiz. “
“ Gereksizse neden var? “
“ Zararı insanlara. Onlar çok önem veriyor. Yemeklerine tuz koyuyorlar, lezzetli oluyormuş. İnsanlar tuzsuz yemek yemezlermiş. Tuzlu yiyip, tuzlu yani acı konuşurlarmış. Birbirlerine kötü söz söyleyip, kalp kırarlarmış. Tuz onları sinirli yaparmış. “
“ Tuz azalsa sinir de azalacak desene. “
“ Öyle ama kim dinler? “
“ Belki dinleyen çıkar. “
“ Belki. “

Yol üstündeki Uludağ’a uğrayıp orada on beş gün kalan Gabon ile tilki, daha sonra Çanakkale’ye gittiler. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Onlar, deniz kıyısına oturup uzun uzadıya konuştular. Pek çok konuda fikir birliğine vardılar. İçinden çıkamadıkları bazı konular da vardı. Bunlardan belki en önemlisi: Sabah oluyor, akşam oluyor; günler geçiyor, aylar geçiyor yani zaman geçiyor. Zamanın geçmesinin, akıp gitmesinin sebebi ne? Bu sorunun cevabı nedense yüzde yüz doğru olarak açıklanamıyordu. Gabon tilkinin adını bilmiyordu. Sormak aklına gelmemiş, tilki de, adım şu dememişti. Oysa bilmesi gerekliydi. Gabon sordu: “ Ya tilki, iki aydır birlikteyiz. Bana çok yardım ettin. Sağ olasın. Seni hiç unutmayacağım. Adını demedin bana. “

Tilki, kurnaz gülümsedi: “ Ben durumun farkındaydım ama sormanı bekledim. Sormasan söylemeyecektim. Hatıranda benim adım eksik kalacaktı. Esrarengiz durumları yani. Adım Sıma’dır. “
“ Teşekkürler Sıma. “
“ Karşıya geçerken boğulmayasın Gabon? “
“ Korkma, ben balık gibi yüzerim. “
Gabon, Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçtikten sonra, Avrupa’ya çıktı. Oraya Asya diyorlar, buraya Avrupa diyorlardı ama toprak hep o kara topraktı.

Gabon’u aylar sonra nisan ayının ilk günlerinde Belgrat yakınlarında görüyoruz. O, uzun kış boyunca yılmadan, usanmadan santim santim ilerleyerek nihayet Belgrat’a ulaştı. Akdeniz’i şöyle bir dolaşmak düşüncesi, onu buralara kadar getirmişti. Gabon, Belgrat civarında bir yıl kaldı. Oralarda gezdi, dolaştı. Kendine pek çok arkadaş edindi. Bunların içinde Gabon’un hiçbir zaman unutamayacağı biri vardı ki, akıl ve mantık bakımından üstün derecelere ulaşmıştı. Bu, bir kartaldı. Kartal Roni. Avrupa kartallarının kralı Roni. Roni’ye göre: Dünya bilmeceden ibaretti. Neyin ne olduğu tam olarak bilinmiyordu. Sen söylenen ve yazılana körü körüne inanıyorsan mutlak doğru arayışı içine giremezdin. Bir bilinmezlik içinde kaybolur giderdin. Sen seni bilmezdin, seni kimse bilmezdi. Senden kimsenin haberi olmazdı, senin pek bir şeyden haberin olmazdı. Ben beni bilmek istiyorum, herkes beni bilsin istiyorum, benden herkesin haberi olsun, benim her şeyden haberim olsun diyorsan, önce söylenen ve yazılanı öğrenirsin. Bu bilgileri beyninde harmanlarsın. Özgün bilgi elde edersin. O zaman mutlak doğruyu aramana gerek kalmaz çünkü mutlak doğru gelir seni bulur.
Burada Roni’nin fikirleri felsefe yapmak şeklinde özetlenmiştir.
Roni, Avrupa’daki canlılar arasında haklı bir şöhrete sahipti. Fikirleri herkes tarafından kabul görüyordu. Fakat o bunu yeterli bulmuyor, düşüncelerini dünyaya yaymak istiyordu. Gabon’la bir gün konuşurken, bu konudan bahsetti ve Gabon Roni’ye, her gittiği yerde kendisini anlatacağına söz verdi.

Gabon, Belgrat’tan ayrıldıktan sonra, Orta Avrupa üzerinden uzun yollar kat ederek İspanya’ya geldi. Ekim ayında Avrupa’nın özellikle dağlık kesimleri karlar altındayken, İspanya’da güneşli ve sıcak bir hava hüküm sürüyordu. Gabon, yedi ay süren İspanya gezisinden sonra, Cebelitarık Boğazı’nı yüzerek geçip, Fas kıyılarından Afrika’ya çıktı. Büyük Sahra Çölü’ne uzak kalarak, Atlas Okyanusu kıyılarını takip etti ve sonunda ülkesine (Gabon’a ) vardı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Yeni Konular

Geri
Üst